I. Giriş

Bu yazımızda; Yargıtay’ın ve Anayasa Mahkemesi’nin birer kararına atıfta bulunarak, suç şüphesinin oluştuğu bir olayda, olayın hemen sonrasında olay yerine intikal eden kolluk görevlilerinin şüpheli şahısla yaptığı ön görüşmede (mülakat), şüpheli şahıs tarafından gerçekleştirilen ikrarın, daha sonra kovuşturma aşamasında mahkumiyet hükmüne esas alınıp alınamayacağı tartışılacaktır.

II. İlgili Kararlar

Yargıtay Ceza Genel Kurulu’nun 22.12.2022 tarihli, 2022/388 E. ve 2022/824 K. sayılı kararında; Yargıtay İç Yönetmeliği’nin 27. maddesi uyarınca sanığın olayın hemen ardından jandarma görevlilerine verdiği ve bir tutanağa bağlanmış beyanlarının, 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu’nun 148. maddesinin 4. fıkrası gereğince hükme esas alınıp alınamayacağı ön sorun olarak belirlenmiştir.

Sayın Ceza Genel Kurulu kararında genel olarak; Ceza Muhakemesi Hukukunda vicdani delil sisteminin benimsendiğini, hem delil serbestliğinin ve hem de delilleri değerlendirme serbestliğinin bu sistemde mevcut olduğunu, ceza muhakemesinde somut gerçek arandığından hakimi buna götürecek her şeyin delil sayılabileceğini, ancak hükme dayanak alınacak delillerin hukuka uygun bulunmalarının gerekeceğini, bu kapsamda şüpheli veya sanığın kolluk ifadesinin elbette delil niteliğinde olduğunu, ancak müdafii hazır olmaksızın alınan bu ifadenin şüpheli veya sanık tarafından doğrulanmadıkça mahkumiyet hükmüne esas alınamayacağını ifade etmiştir.

Bu genel açıklamalar devamında Ceza Genel Kurulu; CMK m.206/2-a, m.217 ve m.230/1 hükümlerine atıfta bulunarak, ön sorunu somut dosya kapsamında değerlendirmeye almış, somut olayda jandarma görevlilerinin uçurumdan yuvarlanan aracın sürücüsü olan sanığı yaralı, eşini ise ölü vaziyette görmeleri sebebiyle, en azından sanık üzerinde taksirle ölüme sebebiyet verme bakımından somutlaşmış bir şüphenin bu aşamada bulunduğu, bu nedenle de sanığa CMK m.147’de belirtilen hakları bildirilmeden ve müdafii hazır bulundurulmaksızın mülakat şeklinde bir uygulama ile kolluk görevlileri tarafından alınan ifadesinin sonradan doğrulanmaması sebebiyle CMK m.148/4, m.206 ve m.217 uyarınca hükme esas alınamayacağı sonuçlarına varmıştır.

Atıfta bulunmak istediğimiz bir başka karar, Anayasa Mahkemesi’nin sonuçlandırdığı bir bireysel başvuru kararıdır. İlgili kararda; Suriye uyruklu başvurucu, 26.08.2017 tarihinde bir otogarda hareketlerinden şüphelenilerek kolluk görevlilerince durdurulmuş ve kimlik tespiti için ilgili büro amirliğine götürülmüş, burada kolluk görevlileri başvurucu ile ön görüşme (mülakat) adı altında bir beyan alma işlemi gerçekleştirmiş ve bu husus tutanağa bağlanmıştır. Başvurucu mülakat adı verilen bu beyan alma sırasında; yasal olmayan yollardan Türkiye Cumhuriyeti topraklarına girdiğini, kaçakçılık yapan bazı kişilerin bu konuda kendisine yardım ettiklerini, 1 ay süresince bir evde kaldığını, burada kendisine yol izin belgesi verildiğini, ayrıca Türkiye Cumhuriyeti topraklarına giriş yapmadan önce Suriye’de kaldığı süre boyunca Haseki iline bağlı Malkiye ilçesinde YPG terör örgütü kontrolündeki bir belediyenin gümrük biriminde yaklaşık 4 ay süre ile çalıştığını, burada örgüt mensuplarının fotoğraflarının bulunduğu odalarda resim çektirdiğini ikrar etmiştir. Ayrıca başvurucunun, üst araması sonucunda sırt çantası, bir adet flash belleği ve cep telefonu ele geçirilmiştir.

Başvurucu daha sonra kovuşturma aşamasında duruşmada alınan ifadesinde, emniyette verdiği ilk beyanın ifade alma işlemi kapsamında olduğunu dahi bilmediğini belirtmiştir. Buna rağmen yerel mahkeme tarafından başvurucu, kolluk görevlilerine yaptığı ikrar ve üzerinde yapılan arama sonucu elde edilen dijital veriler gerekçe gösterilerek mahkum edilmiştir. Başvurucunun istinaf talebi de esastan reddedilmiş, aynı şekilde temyiz istemi de reddedilerek hüküm Yargıtay 16. Ceza Dairesi (kapatılan) tarafından onaylanmıştır.

Bunun üzerine başvurucu; üzerinden hukuka aykırı olarak elde edilen dijital verilerin delil olarak kabul edildiğini, kolluk beyanına dayanılarak (mülakat) terör örgütü üyeliği suçundan cezalandırılmasının hakkaniyete aykırı olduğunu, ayrıca yargılamanın sonucunu etkileyecek nitelikteki argümanlarının karşılanmadığını belirterek, hakkaniyete uygun yargılama ile gerekçeli karar haklarının ihlal edildiği iddiasıyla Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuruda bulunmuştur.

Anayasa Mahkemesi kararında CMK m.206/2-a ve m.217 hükümlerine atıfla; ceza muhakemesinin amacının maddi gerçeğin ortaya çıkarılması olduğunu, ancak bu amacın hasıl olması için yapılacak araştırma faaliyetlerinin sınırsız olmadığını, ceza yargılamasında hukuka uygun yöntemlerle delil elde edilmesinin hukuk devletinin temel ilkelerinden sayıldığını, Anayasa m.36 ile İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi m.6/1 hükümlerinde adil/dürüst yargılanma hakkının düzenlendiğini, Anayasa Mahkemesi’nin görevinin belirli delil veya delillerin hukuka uygun şekilde elde edilip edilmediğini tespit etmek değil, hukuka aykırı olduğu ilk bakışta anlaşılabilen veya yargı mercilerince hukuka aykırı olduğu tespit edilen delillerin yargılamada tek veya belirleyici delil olarak kullanılıp kullanılmadığı ve hukuka aykırılığın bir bütün olarak yargılamanın adil olup olmamasına etkisini incelemek olduğunu vurgulayarak genel ilkeleri ortaya koymuştur.

Yüksek Mahkeme bu temel ilkeleri sıralayarak verdiği kararında; başvurucunun mülakat adı altında yapılan görüşmede verdiği belirtilen beyanlarının, yargılama aşamasındaki ifadeleri ile doğrulanamadığının anlaşıldığı, başvurucunun ceza muhakemesinde yeri olmayan mülakat usulüne göre elde edilen beyanlarının yargılama aşamalarındaki ifadeleri ile doğrulanamadığı dikkate alındığında, başvurucu hakkında silahlı terör örgütü üyeliği suçundan kurulan hükümde bahsi geçen dijital verilerin tek olmasa da belirleyici delil olduğu, başvurucunun mülakat adı altında alınan ve sonraki ifadelerinde büyük ölçüde reddettiği beyanı ile bu beyanı desteklediği Yerel Mahkemece kabul edilen şikayete konu hukuka aykırı arama kapsamındaki delillere dayanılarak mahkum edildiği, başvurucunun yargılamanın çeşitli aşamalarında delillere karşı ileri sürdüğü itirazlar hakkında mahkemelerce herhangi bir değerlendirme yapılmamış olmasının ve telafi edici güvencelere de başvurulmamış olmasının yargılamanın bir bütünde hakkaniyetini zedelediği sonuçlarına ulaşmış olup, kolluk görevlileri tarafından mülakat adı altında yapılan bir ifade almanın ceza muhakemesinde yeri olmadığını ve bu hususun hiçbir şekilde hükme esas alınamayacağını ortaya koymuştur.

İlgili Anayasa Mahkemesi kararı oyçokluğu ile alınmış olup iki üye; başvurucuya yönelik olarak yapılan üst aramasının hukuka uygun olduğunu, başvurucunun üst aramasında elde edilen dijital verilerin belirleyici delil olmadığı, mülakattan bağımsız olarak başvurucunun müdafisi huzurunda alınan beyanlara dayanılarak mahkum edildiğini belirterek karara muhalif kalmıştır.

III. İlgili Hükümler Kapsamında Konuya İlişkin Değerlendirmemiz

İlk olarak belirtmeliyiz ki; ceza muhakemesinde temel, hatta yegane amaç maddi hakikate ve adalete ulaşmak, yani maddi gerçeğin ortaya çıkarılmasını sağlamaktır. Şüpheli/sanığın beyanları da bu amaca ulaşılmasında yargılamaya fayda sağlayacak gerekli delillerden birisidir.

Kanun koyucu şüpheli/sanığın beyanlarının alınmasını ifade alma ve sorgu şeklinde ikiye ayırmış, bu hususlar için belirli usuli güvence ve şartlar öngörmüştür. İfade alma, soruşturma evresinde şüphelinin anlatımının, Cumhuriyet savcısı veya kolluk tarafından saptanması iken; sorgu ise soruşturma evresinde sulh ceza hakimince şüphelinin, kovuşturma aşamasında da sanığın anlatımlarının hakim veya mahkemece alınmasıdır[1].

5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu’nun 147. maddesinde belirli bentler halinde sayılan hususlar ise; kolluğun, Cumhuriyet savcısının, hakimin ve dahi mahkemenin ifade alma veya sorgu işlemleri yapılırken uyması gereken zorunlu ve emredici asgari kurallar ve şüpheli/sanığa sağlanan usuli güvencelerdir. Buna göre; ifade alma ve sorgu işleminden önce şüpheli/sanığa isnat edilen suç anlatılmalı, müdafi seçme hakkının olduğu ve onun yardımından yararlanabileceği, müdafisinin ifade alma veya sorguda hazır bulunabileceği kendisine bildirilmeli, yüklenen suç hakkında açıklamada bulunmamasının yasal hakkı olduğu hatırlatılmalı, şüpheden kurtulması için somut delillerin toplanmasını isteyebileceği de hatırlatılmalı ve kendi aleyhine var olan şüphenin ortadan kaldırılması amacıyla lehine olan hususları ileri sürme imkanının kendisine sağlanacağı belirtilmelidir. Asgari nitelikteki bu şartlara uyulmadan yapılan bir ifade alma veya sorgu işlemi sonucunda elde edilen beyanlar, hukuka aykırı delil niteliğinde olacaktır.

Yargıtay 13. Ceza Dairesi’nin 28.11.2008 tarihli, 5917/17025 sayılı kararında; “Sanık hakkında kurulan mahkumiyet hükmüne esas alınan 24.05.2008 tarihli, emniyette hazırlanan tutanağın, her ne kadar üzerinde sanık müdafiinin imzası bulunsa da, sanıkla yapılan mülakat adı verilen ve kanunda yer alan hakları hatırlatılmadan yapılan ön görüşmenin tutanak altına alınmış hali olduğu, sanığın daha sonra resmi ifade alma işlemine geçildiğinde susma hakkını kullandığı ve savcılıkta ifade vermek istediğini belirttiği, savcılık ifadesinde de suçu inkar ettiği ve tutanağı kabul etmediği anlaşılmakla, 5271 sayılı CMK’nın 147. maddesinde aranan şartları taşımayan ve hukuka aykırı bir ifade alma usulüyle elde edilen delile dayanılarak, aynı Kanun’un 148/4. maddesi de gözetilerek, sanığın beraati yerine mahkumiyetine hükmedilmesi;” bozma gerekçesi yapılmıştır.

Yukarıda yer verdiğimiz kararda da; CMK m.147’de sayılan asgari şartları sağlamayan ifade almanın hukuka uygun delil olarak değerlendirilemeyeceği açıkça ortaya koyulmuş, aksi durumun “İfade alma ve sorguda yasak usuller” başlıklı CMK m.148/4’in yasak usullerle elde edilen ifadeler rıza ile verilmiş olsalar da delil olarak değerlendirilemeyeceği ve müdafi hazır bulunmaksızın kollukça alınan ifadenin, hakim veya mahkeme huzurunda şüpheli veya sanık tarafından doğrulanmadıkça hükme esas alınamayacağı hükmüne aykırı olacağı vurgulanmıştır.

Bunun yanında Anayasa Mahkemesi’nin incelediğimiz kararında da belirtildiği üzere; başvuru konusu olayda başvurucu hareketlerinden şüphelenilmesi üzerine durdurulmuş, burada kolluk görevlileri tercüman vasıtasıyla başvurucu ile mülakat yapmış, bu görüşme sonunda beyanlarını tutanak altına almış, başvurucuyu üst aramasına tabi tutmuş ve üzerinden dijital veriler elde etmiştir. Ancak kararda da izah edildiği şekilde, bu şekilde bir aramanın kolluk görevlilerine tanınan yoklama biçiminde olmadığı ve suçüstü üzerine de yapılmadığı açık olduğundan, arama işlemi tehlike veya suçun önlenmesi için gerekli olan bir sulh ceza hakimliği kararına veya bu sebeplere bağlı olarak gecikmesine sakınca bulunan hallerde mülki amirin verdiği yazılı bir emrine dayanılarak da yapılmadığından isabetli şekilde hukuka aykırı kabul edilmiştir. Karara göre; mülakattaki beyanların daha sonradan doğrulanmaması, hukuka aykırı olarak elde edilen dijital verilerin belirleyici delil olmasına sebebiyet vermiştir. Esasen her iki delil de hukuka aykırı olup, zehirli ağacın meyvesi de zehirli olur ilkesi gereğince, ilk elde edilen delilin hukuka aykırılığı, bu hukuka aykırı delil vasıtasıyla elde edilen delili de olumsuz etkileyecektir.

Polisin bilgi alma yetkisi ile ilgili 2559 sayılı Polis Vazife ve Salahiyet Kanunu’nun 15. maddesinde bir hüküm bulunmaktadır. PVSK m.15/1’e göre, “Polis; yaptığı tahkikat esnasında ifadelerine müracaat lazım gelen kimseleri çağırır ve kendilerine lüzumu olan şeyleri sorar”. Yakalama, Gözaltına Alma ve İfade Alma Yönetmeliği’nin 4. maddesinde bilgi alma faaliyetinin, “Bir suçun tespiti veya aydınlatılmasına yönelik olarak, müşteki ve suçtan zarar gören ile suç işleme şüphesi altında bulunmayan diğer kişilerin dinlenmesini ve tutanağa geçirilmesini,” olarak tanımlandığı anlaşılmaktadır. Ancak bu husus; şüpheli veya sanık olmayan kişilere yönelik olarak işletilebilir olup, kişilere polis, jandarma veya sahil güvenlik görevlisi tarafından olay hakkında soru sorması ve bilgi toplaması görevini ifade eder[2]. Bilgi toplama faaliyeti, CMK m.147 kapsamına giren bir işlem niteliğinde değildir. Dolayısıyla da bilgi alma faaliyeti, yukarıda kurallarını açıkladığımız ifade alma işlemi değildir. Bilgi alma; bir suçun tespiti veya aydınlatılmasına yönelik olarak, müşteki ve suçtan zarar gören ile suç şüphesi altında bulunmayan diğer kişilerin dinlenmesi ve beyanlarının tutanağa geçirilmesidir. Bu nedenle açıkça bellidir ki, şüpheli veya sanık sıfatına sahip kişiye işletilecek yegane usul ifade alma ve sorgudur ve bu kimselere karşı bilgi alma işlemi gerçekleştirilemez.

Ayrıca PVSK Ek Madde 6/2’ye göre, “Polis, bir suça ilişkin olarak kendisine yapılan sözlü ihbar ve şikâyetleri ve görevi sırasında öğrendiği suça ilişkin bilgileri yazılı hale getirir”. Ancak bu işlem de CMK m.147 kapsamına giren bir ifade alma işlemi değildir ve delil yerine geçmez.

PVSK m.25 uyarınca, “Polis teşkilatı bulunmayan yerlerde il, ilçe ve bucak jandarma komutanları ile jandarma karakol komutanları bu kanunda yazılı vazifeleri yapar ve yetkileri kullanırlar”.

Soruşturma işlemlerini düzenleyen CMK m.160/2’de, adli kolluğun Cumhuriyet savcısının emrinde olduğu ifade edilmiştir. CMK m.161’de Cumhuriyet savcısının; doğrudan doğruya veya emrindeki adli kolluk görevlileri aracılığıyla her türlü araştırmayı yapabileceği, ortada kamu davası açmaya yer olup olmadığına karar vermek üzere hemen işin gerçeğini araştırmaya başlayacağı, maddi hakikate ulaşılması ve ileride adil/dürüst bir yargılamanın yapılabilmesi için, emrindeki adli kolluk görevlileri vasıtasıyla, şüphelinin lehine ve aleyhine olan delilleri toplayarak muhafaza altına alması gerektiği ve şüphelinin haklarını korumakla yükümlü olduğu belirtilmiştir. Yeri gelmişken, her ne kadar CMK m.164’ün başlığı “Adli kolluk ve görevi” olsa da, Türk Hukukunda suç delillerini araştırmakla, toplamakla ve bunların maddi hakikatle ilişkisini bulmakla özel görevlendirilmiş ayrı bir adli kolluk teşkilatı bulunmadığını, idari kolluk vazifesi yürüten güvenlik teşkilatlarının aynı zamanda adli kolluk görev ve yetkilerini ifa ettikleri, ancak maddi hakikate ve adalete ulaşmanın önemine binaen suç kolluğu vazifesi yapacak, suça konu fiillere müdahale ve delillerin toplanması konusunda uzmanlığı olan adli kolluk teşkilatının kurulması gerektiğine inanmaktayız.

Tanıkların ifadelerinin de usule uygun alınması gerekir. Kolluk tarafından tanığa yemin yaptırılamayacağından ve beyan delili mahiyetinde tanık ifadesinin alınmasında Cumhuriyet savcısı ve hakim yetkili kılındığından, 3359 sayılı Sağlık Hizmetleri Temel Kanunu’nun Ek m.12/3’de öngörülen istisnai hüküm hariç kolluğun tanık ifadesini alma yetkisi bulunmamaktadır.

Ceza Muhakemesi Kanunu’nun 147 ve 148/4 hükümleri dışında inceleme konumuz olan hususu, aynı Kanunun hukuka aykırı delil kavramını düzenleyen hükümleri çerçevesinde de incelemek gerekmektedir. İlk olarak belirtmek gerekir ki; “Delillerin ortaya konulması ve reddi” başlıklı CMK m.206/2-a’da “Ortaya konulması istenilen bir delil aşağıda yazılı hallerde reddolunur: a) Delil, kanuna aykırı olarak elde edilmişse.” hükmüne yer verilerek, hukuka aykırı olarak elde edilen bir delilin duruşmada ortaya koyulamayacağı, yani tartışmaya açılamayacağı, mahkemenin hükmüne esas alınamayacağı ifade edilmiştir. Dolayısıyla; CMK m.206/2-a’da belirtilen kanuna aykırı bir şekilde elde edilen delilin duruşmada ortaya koyulması ve tartışılması mümkün olmayacağından, böyle bir delil hakkında “Delillerin tartışılması” başlıklı CMK m.216/1’in uygulanmaması gerekecektir. Buradan da hareketle CMK m.217/1 hükmü gereği; hakimin kararını ancak duruşmaya getirilmiş ve huzurunda tartışılmış delillere dayandırabileceği sözkonusu olduğundan, CMK m.216/1’in işletilmediği bir delilin hükme esas alınmasının mümkün olmayacağı da belirtilmelidir.

Ortaya koymak istediğimiz husus, hukukun her alanında olduğu gibi Ceza Muhakemesi Hukukunda da usulün esastan önce geldiği ve 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu’nun usul bakımından öngördüğü emredici hükümlerin gözardı edilemeyeceğidir. Dolayısıyla, ifade etmek istediğimiz şüpheli bir şahsın olayın sıcağı sıcağına verdiği ifadesindeki ikrarın hiçbir şekilde hükme esas alınamayacağı değildir. Ancak Ceza Muhakemesi Hukukunda; ancak hukuka uygun yol ve yöntemlerle elde edilen deliller CMK m.217/2 gereğince hükme esas alınabileceğinden, bir delil sayılan şüpheli ikrarının da usule uygun yol ve yöntemlerle alınması gereklidir. Ceza Muhakemesinde en temel amaç; maddi hakikate ve adalete ulaşmak olsa da, buna ulaşılması için her yol ve yöntemin mübah sayılamayacağı ve emredici hukuk kurallarına riayet edilmesi gerektiği izahtan varestedir.

IV. Sonuç

Yukarıda ikinci başlık altında yer verdiğimiz Anayasa Mahkemesi kararında açıklandığı üzere; Ceza Muhakemesinin amacı, maddi gerçeğin ortaya çıkarılmasıdır. Ancak bu amacın gerçekleştirilmesi için yapılan araştırma faaliyetlerinin sınırsız olması gibi bir durum sözkonusu değildir. Bu nedenle; ceza yargılamasında hukuka uygun yöntemlerle delil elde edilmesi, “hukuk devleti” ilkesinin temel yapı taşlarından birisidir.

İnceleme konumuz olan Anayasa Mahkemesi kararında; kolluk görevlilerinin müdafi olmadan ve hakları bildirilmeden şüpheli ile yaptığı mülakat ve şüphelinin üst araması sonucunda elde edilen dijital verileri olmak üzere iki açıdan hukuka aykırı delil sözkonusu olup, yazımızda özellikle mülakat meselesine odaklanılmıştır. Sonuç kısmında bu yapılan açıklamalar ışığında öncelikle ifade etmek gerekir ki, Ceza Muhakemesi Hukukunda kolluğun şüpheli ile mülakatı veya ön görüşmesi şeklinde bir usul bulunmamaktadır. Bu kapsamda belirtmek gerekir ki; şüpheliye, kendisine yüklenilen isnat bildirilmeksizin ve hakları hatırlatılmaksızın yapılan ön görüşme, dostane sohbet veya ifade öncesi mülakat gibi yöntemlerle alınan beyanlar, ifade alma ve dolayısıyla delil olarak kabul edilemez[3]. Ceza muhakemesinde şüpheli veya sanığın beyanı için işletilecek usuller 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu’nda belirlenmiş olup, bunlar ifade alma ve sorgu olarak gösterilmiştir. Bu hususlardan ifade alma, “Tanımlar” başlıklı CMK m.2/1g’de, “Şüphelinin kolluk görevlileri veya Cumhuriyet savcısı tarafından soruşturma konusu suçla ilgili olarak dinlenmesini” şeklinde, sorgu ise aynı hükmün (h) bendinde, “Şüpheli veya sanığın hakim veya mahkeme tarafından soruşturma veya kovuşturma konusu suçla ilgili olarak dinlenmesini” olarak tanımlanmış, bunların nasıl yapılacağına ilişkin usul ve bu işlemler gerçekleştirilirken yapılması yasak olan hususlar ise aynı Kanunun 147 ve 148. maddelerinde gösterilmiştir.

İncelediğimiz kararlarda adli kolluk görevlileri, gerçekleşen olaylar sonrasında sıcağı sıcağına şüpheli şahıs ile bir görüşme yapmakta ve onun ikrar niteliğindeki açıklamalarını dinlemektedirler. Mülakat adı verilen ve esasında Ceza Muhakemesi Hukukunda yeri olmayan işlem sırasında, şüpheliye ikrarının alınması öncesinde hiçbir surette CMK m.147’de yer alan hakları bildirilmemekte, şüphelinin müdafi yardımından yararlanması mümkün olmamaktadır. Bu sebeple; böyle bir usulle alınan ikrar hukuka aykırı olup, hükme esas alınmamalıdır. Bir an için mahkemenin bunu bir ifade alma işlemi olarak kabul etmesi halinde dahi, şüphelinin bu ikrarı sırasında yanında müdafii bulunmadığından, CMK m.148/4’de yer alan açık hüküm gereği bu ikrarın hakim veya mahkeme önünde aynen tekrar edilmesi gündeme gelmedikçe mahkumiyete esas alınamaz.

Prof. Dr. Ersan Şen

Av. Cem Serdar

(Bu makale, sayın Prof. Dr. Ersan ŞEN tarafından www.hukukihaber.net sitesinde yayınlanması için kaleme alınmıştır. Kaynak gösterilse dahi makalenin tamamı özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan makalenin bir bölümü, aktif link verilerek kullanılabilir. Yazarı ve kaynağı gösterilmeden kısmen ya da tamamen yayınlanması şahsi haklara ve fikri haklara aykırılık teşkil eder.)

————-

[1] Osman Yaşar/Cengiz Otacı, Ceza Muhakemesi Kanunu, Seçkin Yayıncılık, 11. Baskı, Ankara, 2025, s.1290.

[2] Yusuf Hakkı Doğan/Rifat Sagut, Göçmen Kaçakçılığı ve İnsan Ticareti Suçları, Adalet Yayınevi, 2. Baskı, Ankara 2025, s.194.

[3] Doğan/Sagut, s.235.

​I. Giriş

Bu yazımızda; Yargıtay’ın ve Anayasa Mahkemesi’nin birer kararına atıfta bulunarak, suç şüphesinin oluştuğu bir olayda, olayın hemen sonrasında olay yerine intikal eden kolluk görevlilerinin şüpheli şahısla yaptığı ön görüşmede (mülakat), şüpheli şahıs tarafından gerçekleştirilen ikrarın, daha sonra kovuşturma aşamasında mahkumiyet hükmüne esas alınıp alınamayacağı tartışılacaktır.

II. İlgili Kararlar

Yargıtay Ceza Genel Kurulu’nun 22.12.2022 tarihli, 2022/388 E. ve 2022/824 K. sayılı kararında; Yargıtay İç Yönetmeliği’nin 27. maddesi uyarınca sanığın olayın hemen ardından jandarma görevlilerine verdiği ve bir tutanağa bağlanmış beyanlarının, 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu’nun 148. maddesinin 4. fıkrası gereğince hükme esas alınıp alınamayacağı ön sorun olarak belirlenmiştir.

Sayın Ceza Genel Kurulu kararında genel olarak; Ceza Muhakemesi Hukukunda vicdani delil sisteminin benimsendiğini, hem delil serbestliğinin ve hem de delilleri değerlendirme serbestliğinin bu sistemde mevcut olduğunu, ceza muhakemesinde somut gerçek arandığından hakimi buna götürecek her şeyin delil sayılabileceğini, ancak hükme dayanak alınacak delillerin hukuka uygun bulunmalarının gerekeceğini, bu kapsamda şüpheli veya sanığın kolluk ifadesinin elbette delil niteliğinde olduğunu, ancak müdafii hazır olmaksızın alınan bu ifadenin şüpheli veya sanık tarafından doğrulanmadıkça mahkumiyet hükmüne esas alınamayacağını ifade etmiştir.

Bu genel açıklamalar devamında Ceza Genel Kurulu; CMK m.206/2-a, m.217 ve m.230/1 hükümlerine atıfta bulunarak, ön sorunu somut dosya kapsamında değerlendirmeye almış, somut olayda jandarma görevlilerinin uçurumdan yuvarlanan aracın sürücüsü olan sanığı yaralı, eşini ise ölü vaziyette görmeleri sebebiyle, en azından sanık üzerinde taksirle ölüme sebebiyet verme bakımından somutlaşmış bir şüphenin bu aşamada bulunduğu, bu nedenle de sanığa CMK m.147’de belirtilen hakları bildirilmeden ve müdafii hazır bulundurulmaksızın mülakat şeklinde bir uygulama ile kolluk görevlileri tarafından alınan ifadesinin sonradan doğrulanmaması sebebiyle CMK m.148/4, m.206 ve m.217 uyarınca hükme esas alınamayacağı sonuçlarına varmıştır.

Atıfta bulunmak istediğimiz bir başka karar, Anayasa Mahkemesi’nin sonuçlandırdığı bir bireysel başvuru kararıdır. İlgili kararda; Suriye uyruklu başvurucu, 26.08.2017 tarihinde bir otogarda hareketlerinden şüphelenilerek kolluk görevlilerince durdurulmuş ve kimlik tespiti için ilgili büro amirliğine götürülmüş, burada kolluk görevlileri başvurucu ile ön görüşme (mülakat) adı altında bir beyan alma işlemi gerçekleştirmiş ve bu husus tutanağa bağlanmıştır. Başvurucu mülakat adı verilen bu beyan alma sırasında; yasal olmayan yollardan Türkiye Cumhuriyeti topraklarına girdiğini, kaçakçılık yapan bazı kişilerin bu konuda kendisine yardım ettiklerini, 1 ay süresince bir evde kaldığını, burada kendisine yol izin belgesi verildiğini, ayrıca Türkiye Cumhuriyeti topraklarına giriş yapmadan önce Suriye’de kaldığı süre boyunca Haseki iline bağlı Malkiye ilçesinde YPG terör örgütü kontrolündeki bir belediyenin gümrük biriminde yaklaşık 4 ay süre ile çalıştığını, burada örgüt mensuplarının fotoğraflarının bulunduğu odalarda resim çektirdiğini ikrar etmiştir. Ayrıca başvurucunun, üst araması sonucunda sırt çantası, bir adet flash belleği ve cep telefonu ele geçirilmiştir.

Başvurucu daha sonra kovuşturma aşamasında duruşmada alınan ifadesinde, emniyette verdiği ilk beyanın ifade alma işlemi kapsamında olduğunu dahi bilmediğini belirtmiştir. Buna rağmen yerel mahkeme tarafından başvurucu, kolluk görevlilerine yaptığı ikrar ve üzerinde yapılan arama sonucu elde edilen dijital veriler gerekçe gösterilerek mahkum edilmiştir. Başvurucunun istinaf talebi de esastan reddedilmiş, aynı şekilde temyiz istemi de reddedilerek hüküm Yargıtay 16. Ceza Dairesi (kapatılan) tarafından onaylanmıştır.

Bunun üzerine başvurucu; üzerinden hukuka aykırı olarak elde edilen dijital verilerin delil olarak kabul edildiğini, kolluk beyanına dayanılarak (mülakat) terör örgütü üyeliği suçundan cezalandırılmasının hakkaniyete aykırı olduğunu, ayrıca yargılamanın sonucunu etkileyecek nitelikteki argümanlarının karşılanmadığını belirterek, hakkaniyete uygun yargılama ile gerekçeli karar haklarının ihlal edildiği iddiasıyla Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuruda bulunmuştur.

Anayasa Mahkemesi kararında CMK m.206/2-a ve m.217 hükümlerine atıfla; ceza muhakemesinin amacının maddi gerçeğin ortaya çıkarılması olduğunu, ancak bu amacın hasıl olması için yapılacak araştırma faaliyetlerinin sınırsız olmadığını, ceza yargılamasında hukuka uygun yöntemlerle delil elde edilmesinin hukuk devletinin temel ilkelerinden sayıldığını, Anayasa m.36 ile İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi m.6/1 hükümlerinde adil/dürüst yargılanma hakkının düzenlendiğini, Anayasa Mahkemesi’nin görevinin belirli delil veya delillerin hukuka uygun şekilde elde edilip edilmediğini tespit etmek değil, hukuka aykırı olduğu ilk bakışta anlaşılabilen veya yargı mercilerince hukuka aykırı olduğu tespit edilen delillerin yargılamada tek veya belirleyici delil olarak kullanılıp kullanılmadığı ve hukuka aykırılığın bir bütün olarak yargılamanın adil olup olmamasına etkisini incelemek olduğunu vurgulayarak genel ilkeleri ortaya koymuştur.

Yüksek Mahkeme bu temel ilkeleri sıralayarak verdiği kararında; başvurucunun mülakat adı altında yapılan görüşmede verdiği belirtilen beyanlarının, yargılama aşamasındaki ifadeleri ile doğrulanamadığının anlaşıldığı, başvurucunun ceza muhakemesinde yeri olmayan mülakat usulüne göre elde edilen beyanlarının yargılama aşamalarındaki ifadeleri ile doğrulanamadığı dikkate alındığında, başvurucu hakkında silahlı terör örgütü üyeliği suçundan kurulan hükümde bahsi geçen dijital verilerin tek olmasa da belirleyici delil olduğu, başvurucunun mülakat adı altında alınan ve sonraki ifadelerinde büyük ölçüde reddettiği beyanı ile bu beyanı desteklediği Yerel Mahkemece kabul edilen şikayete konu hukuka aykırı arama kapsamındaki delillere dayanılarak mahkum edildiği, başvurucunun yargılamanın çeşitli aşamalarında delillere karşı ileri sürdüğü itirazlar hakkında mahkemelerce herhangi bir değerlendirme yapılmamış olmasının ve telafi edici güvencelere de başvurulmamış olmasının yargılamanın bir bütünde hakkaniyetini zedelediği sonuçlarına ulaşmış olup, kolluk görevlileri tarafından mülakat adı altında yapılan bir ifade almanın ceza muhakemesinde yeri olmadığını ve bu hususun hiçbir şekilde hükme esas alınamayacağını ortaya koymuştur.

İlgili Anayasa Mahkemesi kararı oyçokluğu ile alınmış olup iki üye; başvurucuya yönelik olarak yapılan üst aramasının hukuka uygun olduğunu, başvurucunun üst aramasında elde edilen dijital verilerin belirleyici delil olmadığı, mülakattan bağımsız olarak başvurucunun müdafisi huzurunda alınan beyanlara dayanılarak mahkum edildiğini belirterek karara muhalif kalmıştır.

III. İlgili Hükümler Kapsamında Konuya İlişkin Değerlendirmemiz

İlk olarak belirtmeliyiz ki; ceza muhakemesinde temel, hatta yegane amaç maddi hakikate ve adalete ulaşmak, yani maddi gerçeğin ortaya çıkarılmasını sağlamaktır. Şüpheli/sanığın beyanları da bu amaca ulaşılmasında yargılamaya fayda sağlayacak gerekli delillerden birisidir.

Kanun koyucu şüpheli/sanığın beyanlarının alınmasını ifade alma ve sorgu şeklinde ikiye ayırmış, bu hususlar için belirli usuli güvence ve şartlar öngörmüştür. İfade alma, soruşturma evresinde şüphelinin anlatımının, Cumhuriyet savcısı veya kolluk tarafından saptanması iken; sorgu ise soruşturma evresinde sulh ceza hakimince şüphelinin, kovuşturma aşamasında da sanığın anlatımlarının hakim veya mahkemece alınmasıdır[1].

5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu’nun 147. maddesinde belirli bentler halinde sayılan hususlar ise; kolluğun, Cumhuriyet savcısının, hakimin ve dahi mahkemenin ifade alma veya sorgu işlemleri yapılırken uyması gereken zorunlu ve emredici asgari kurallar ve şüpheli/sanığa sağlanan usuli güvencelerdir. Buna göre; ifade alma ve sorgu işleminden önce şüpheli/sanığa isnat edilen suç anlatılmalı, müdafi seçme hakkının olduğu ve onun yardımından yararlanabileceği, müdafisinin ifade alma veya sorguda hazır bulunabileceği kendisine bildirilmeli, yüklenen suç hakkında açıklamada bulunmamasının yasal hakkı olduğu hatırlatılmalı, şüpheden kurtulması için somut delillerin toplanmasını isteyebileceği de hatırlatılmalı ve kendi aleyhine var olan şüphenin ortadan kaldırılması amacıyla lehine olan hususları ileri sürme imkanının kendisine sağlanacağı belirtilmelidir. Asgari nitelikteki bu şartlara uyulmadan yapılan bir ifade alma veya sorgu işlemi sonucunda elde edilen beyanlar, hukuka aykırı delil niteliğinde olacaktır.

Yargıtay 13. Ceza Dairesi’nin 28.11.2008 tarihli, 5917/17025 sayılı kararında; “Sanık hakkında kurulan mahkumiyet hükmüne esas alınan 24.05.2008 tarihli, emniyette hazırlanan tutanağın, her ne kadar üzerinde sanık müdafiinin imzası bulunsa da, sanıkla yapılan mülakat adı verilen ve kanunda yer alan hakları hatırlatılmadan yapılan ön görüşmenin tutanak altına alınmış hali olduğu, sanığın daha sonra resmi ifade alma işlemine geçildiğinde susma hakkını kullandığı ve savcılıkta ifade vermek istediğini belirttiği, savcılık ifadesinde de suçu inkar ettiği ve tutanağı kabul etmediği anlaşılmakla, 5271 sayılı CMK’nın 147. maddesinde aranan şartları taşımayan ve hukuka aykırı bir ifade alma usulüyle elde edilen delile dayanılarak, aynı Kanun’un 148/4. maddesi de gözetilerek, sanığın beraati yerine mahkumiyetine hükmedilmesi;” bozma gerekçesi yapılmıştır.

Yukarıda yer verdiğimiz kararda da; CMK m.147’de sayılan asgari şartları sağlamayan ifade almanın hukuka uygun delil olarak değerlendirilemeyeceği açıkça ortaya koyulmuş, aksi durumun “İfade alma ve sorguda yasak usuller” başlıklı CMK m.148/4’in yasak usullerle elde edilen ifadeler rıza ile verilmiş olsalar da delil olarak değerlendirilemeyeceği ve müdafi hazır bulunmaksızın kollukça alınan ifadenin, hakim veya mahkeme huzurunda şüpheli veya sanık tarafından doğrulanmadıkça hükme esas alınamayacağı hükmüne aykırı olacağı vurgulanmıştır.

Bunun yanında Anayasa Mahkemesi’nin incelediğimiz kararında da belirtildiği üzere; başvuru konusu olayda başvurucu hareketlerinden şüphelenilmesi üzerine durdurulmuş, burada kolluk görevlileri tercüman vasıtasıyla başvurucu ile mülakat yapmış, bu görüşme sonunda beyanlarını tutanak altına almış, başvurucuyu üst aramasına tabi tutmuş ve üzerinden dijital veriler elde etmiştir. Ancak kararda da izah edildiği şekilde, bu şekilde bir aramanın kolluk görevlilerine tanınan yoklama biçiminde olmadığı ve suçüstü üzerine de yapılmadığı açık olduğundan, arama işlemi tehlike veya suçun önlenmesi için gerekli olan bir sulh ceza hakimliği kararına veya bu sebeplere bağlı olarak gecikmesine sakınca bulunan hallerde mülki amirin verdiği yazılı bir emrine dayanılarak da yapılmadığından isabetli şekilde hukuka aykırı kabul edilmiştir. Karara göre; mülakattaki beyanların daha sonradan doğrulanmaması, hukuka aykırı olarak elde edilen dijital verilerin belirleyici delil olmasına sebebiyet vermiştir. Esasen her iki delil de hukuka aykırı olup, zehirli ağacın meyvesi de zehirli olur ilkesi gereğince, ilk elde edilen delilin hukuka aykırılığı, bu hukuka aykırı delil vasıtasıyla elde edilen delili de olumsuz etkileyecektir.

Polisin bilgi alma yetkisi ile ilgili 2559 sayılı Polis Vazife ve Salahiyet Kanunu’nun 15. maddesinde bir hüküm bulunmaktadır. PVSK m.15/1’e göre, “Polis; yaptığı tahkikat esnasında ifadelerine müracaat lazım gelen kimseleri çağırır ve kendilerine lüzumu olan şeyleri sorar”. Yakalama, Gözaltına Alma ve İfade Alma Yönetmeliği’nin 4. maddesinde bilgi alma faaliyetinin, “Bir suçun tespiti veya aydınlatılmasına yönelik olarak, müşteki ve suçtan zarar gören ile suç işleme şüphesi altında bulunmayan diğer kişilerin dinlenmesini ve tutanağa geçirilmesini,” olarak tanımlandığı anlaşılmaktadır. Ancak bu husus; şüpheli veya sanık olmayan kişilere yönelik olarak işletilebilir olup, kişilere polis, jandarma veya sahil güvenlik görevlisi tarafından olay hakkında soru sorması ve bilgi toplaması görevini ifade eder[2]. Bilgi toplama faaliyeti, CMK m.147 kapsamına giren bir işlem niteliğinde değildir. Dolayısıyla da bilgi alma faaliyeti, yukarıda kurallarını açıkladığımız ifade alma işlemi değildir. Bilgi alma; bir suçun tespiti veya aydınlatılmasına yönelik olarak, müşteki ve suçtan zarar gören ile suç şüphesi altında bulunmayan diğer kişilerin dinlenmesi ve beyanlarının tutanağa geçirilmesidir. Bu nedenle açıkça bellidir ki, şüpheli veya sanık sıfatına sahip kişiye işletilecek yegane usul ifade alma ve sorgudur ve bu kimselere karşı bilgi alma işlemi gerçekleştirilemez.

Ayrıca PVSK Ek Madde 6/2’ye göre, “Polis, bir suça ilişkin olarak kendisine yapılan sözlü ihbar ve şikâyetleri ve görevi sırasında öğrendiği suça ilişkin bilgileri yazılı hale getirir”. Ancak bu işlem de CMK m.147 kapsamına giren bir ifade alma işlemi değildir ve delil yerine geçmez.

PVSK m.25 uyarınca, “Polis teşkilatı bulunmayan yerlerde il, ilçe ve bucak jandarma komutanları ile jandarma karakol komutanları bu kanunda yazılı vazifeleri yapar ve yetkileri kullanırlar”.

Soruşturma işlemlerini düzenleyen CMK m.160/2’de, adli kolluğun Cumhuriyet savcısının emrinde olduğu ifade edilmiştir. CMK m.161’de Cumhuriyet savcısının; doğrudan doğruya veya emrindeki adli kolluk görevlileri aracılığıyla her türlü araştırmayı yapabileceği, ortada kamu davası açmaya yer olup olmadığına karar vermek üzere hemen işin gerçeğini araştırmaya başlayacağı, maddi hakikate ulaşılması ve ileride adil/dürüst bir yargılamanın yapılabilmesi için, emrindeki adli kolluk görevlileri vasıtasıyla, şüphelinin lehine ve aleyhine olan delilleri toplayarak muhafaza altına alması gerektiği ve şüphelinin haklarını korumakla yükümlü olduğu belirtilmiştir. Yeri gelmişken, her ne kadar CMK m.164’ün başlığı “Adli kolluk ve görevi” olsa da, Türk Hukukunda suç delillerini araştırmakla, toplamakla ve bunların maddi hakikatle ilişkisini bulmakla özel görevlendirilmiş ayrı bir adli kolluk teşkilatı bulunmadığını, idari kolluk vazifesi yürüten güvenlik teşkilatlarının aynı zamanda adli kolluk görev ve yetkilerini ifa ettikleri, ancak maddi hakikate ve adalete ulaşmanın önemine binaen suç kolluğu vazifesi yapacak, suça konu fiillere müdahale ve delillerin toplanması konusunda uzmanlığı olan adli kolluk teşkilatının kurulması gerektiğine inanmaktayız.

Tanıkların ifadelerinin de usule uygun alınması gerekir. Kolluk tarafından tanığa yemin yaptırılamayacağından ve beyan delili mahiyetinde tanık ifadesinin alınmasında Cumhuriyet savcısı ve hakim yetkili kılındığından, 3359 sayılı Sağlık Hizmetleri Temel Kanunu’nun Ek m.12/3’de öngörülen istisnai hüküm hariç kolluğun tanık ifadesini alma yetkisi bulunmamaktadır.

Ceza Muhakemesi Kanunu’nun 147 ve 148/4 hükümleri dışında inceleme konumuz olan hususu, aynı Kanunun hukuka aykırı delil kavramını düzenleyen hükümleri çerçevesinde de incelemek gerekmektedir. İlk olarak belirtmek gerekir ki; “Delillerin ortaya konulması ve reddi” başlıklı CMK m.206/2-a’da “Ortaya konulması istenilen bir delil aşağıda yazılı hallerde reddolunur: a) Delil, kanuna aykırı olarak elde edilmişse.” hükmüne yer verilerek, hukuka aykırı olarak elde edilen bir delilin duruşmada ortaya koyulamayacağı, yani tartışmaya açılamayacağı, mahkemenin hükmüne esas alınamayacağı ifade edilmiştir. Dolayısıyla; CMK m.206/2-a’da belirtilen kanuna aykırı bir şekilde elde edilen delilin duruşmada ortaya koyulması ve tartışılması mümkün olmayacağından, böyle bir delil hakkında “Delillerin tartışılması” başlıklı CMK m.216/1’in uygulanmaması gerekecektir. Buradan da hareketle CMK m.217/1 hükmü gereği; hakimin kararını ancak duruşmaya getirilmiş ve huzurunda tartışılmış delillere dayandırabileceği sözkonusu olduğundan, CMK m.216/1’in işletilmediği bir delilin hükme esas alınmasının mümkün olmayacağı da belirtilmelidir.

Ortaya koymak istediğimiz husus, hukukun her alanında olduğu gibi Ceza Muhakemesi Hukukunda da usulün esastan önce geldiği ve 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu’nun usul bakımından öngördüğü emredici hükümlerin gözardı edilemeyeceğidir. Dolayısıyla, ifade etmek istediğimiz şüpheli bir şahsın olayın sıcağı sıcağına verdiği ifadesindeki ikrarın hiçbir şekilde hükme esas alınamayacağı değildir. Ancak Ceza Muhakemesi Hukukunda; ancak hukuka uygun yol ve yöntemlerle elde edilen deliller CMK m.217/2 gereğince hükme esas alınabileceğinden, bir delil sayılan şüpheli ikrarının da usule uygun yol ve yöntemlerle alınması gereklidir. Ceza Muhakemesinde en temel amaç; maddi hakikate ve adalete ulaşmak olsa da, buna ulaşılması için her yol ve yöntemin mübah sayılamayacağı ve emredici hukuk kurallarına riayet edilmesi gerektiği izahtan varestedir.

IV. Sonuç

Yukarıda ikinci başlık altında yer verdiğimiz Anayasa Mahkemesi kararında açıklandığı üzere; Ceza Muhakemesinin amacı, maddi gerçeğin ortaya çıkarılmasıdır. Ancak bu amacın gerçekleştirilmesi için yapılan araştırma faaliyetlerinin sınırsız olması gibi bir durum sözkonusu değildir. Bu nedenle; ceza yargılamasında hukuka uygun yöntemlerle delil elde edilmesi, “hukuk devleti” ilkesinin temel yapı taşlarından birisidir.

İnceleme konumuz olan Anayasa Mahkemesi kararında; kolluk görevlilerinin müdafi olmadan ve hakları bildirilmeden şüpheli ile yaptığı mülakat ve şüphelinin üst araması sonucunda elde edilen dijital verileri olmak üzere iki açıdan hukuka aykırı delil sözkonusu olup, yazımızda özellikle mülakat meselesine odaklanılmıştır. Sonuç kısmında bu yapılan açıklamalar ışığında öncelikle ifade etmek gerekir ki, Ceza Muhakemesi Hukukunda kolluğun şüpheli ile mülakatı veya ön görüşmesi şeklinde bir usul bulunmamaktadır. Bu kapsamda belirtmek gerekir ki; şüpheliye, kendisine yüklenilen isnat bildirilmeksizin ve hakları hatırlatılmaksızın yapılan ön görüşme, dostane sohbet veya ifade öncesi mülakat gibi yöntemlerle alınan beyanlar, ifade alma ve dolayısıyla delil olarak kabul edilemez[3]. Ceza muhakemesinde şüpheli veya sanığın beyanı için işletilecek usuller 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu’nda belirlenmiş olup, bunlar ifade alma ve sorgu olarak gösterilmiştir. Bu hususlardan ifade alma, “Tanımlar” başlıklı CMK m.2/1g’de, “Şüphelinin kolluk görevlileri veya Cumhuriyet savcısı tarafından soruşturma konusu suçla ilgili olarak dinlenmesini” şeklinde, sorgu ise aynı hükmün (h) bendinde, “Şüpheli veya sanığın hakim veya mahkeme tarafından soruşturma veya kovuşturma konusu suçla ilgili olarak dinlenmesini” olarak tanımlanmış, bunların nasıl yapılacağına ilişkin usul ve bu işlemler gerçekleştirilirken yapılması yasak olan hususlar ise aynı Kanunun 147 ve 148. maddelerinde gösterilmiştir.

İncelediğimiz kararlarda adli kolluk görevlileri, gerçekleşen olaylar sonrasında sıcağı sıcağına şüpheli şahıs ile bir görüşme yapmakta ve onun ikrar niteliğindeki açıklamalarını dinlemektedirler. Mülakat adı verilen ve esasında Ceza Muhakemesi Hukukunda yeri olmayan işlem sırasında, şüpheliye ikrarının alınması öncesinde hiçbir surette CMK m.147’de yer alan hakları bildirilmemekte, şüphelinin müdafi yardımından yararlanması mümkün olmamaktadır. Bu sebeple; böyle bir usulle alınan ikrar hukuka aykırı olup, hükme esas alınmamalıdır. Bir an için mahkemenin bunu bir ifade alma işlemi olarak kabul etmesi halinde dahi, şüphelinin bu ikrarı sırasında yanında müdafii bulunmadığından, CMK m.148/4’de yer alan açık hüküm gereği bu ikrarın hakim veya mahkeme önünde aynen tekrar edilmesi gündeme gelmedikçe mahkumiyete esas alınamaz.

Prof. Dr. Ersan Şen

Av. Cem Serdar

(Bu makale, sayın Prof. Dr. Ersan ŞEN tarafından www.hukukihaber.net sitesinde yayınlanması için kaleme alınmıştır. Kaynak gösterilse dahi makalenin tamamı özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan makalenin bir bölümü, aktif link verilerek kullanılabilir. Yazarı ve kaynağı gösterilmeden kısmen ya da tamamen yayınlanması şahsi haklara ve fikri haklara aykırılık teşkil eder.)

————-

[1] Osman Yaşar/Cengiz Otacı, Ceza Muhakemesi Kanunu, Seçkin Yayıncılık, 11. Baskı, Ankara, 2025, s.1290.

[2] Yusuf Hakkı Doğan/Rifat Sagut, Göçmen Kaçakçılığı ve İnsan Ticareti Suçları, Adalet Yayınevi, 2. Baskı, Ankara 2025, s.194.

[3] Doğan/Sagut, s.235. Hukuki Haber

Haberin Alıntılandığı Kaynak: www.hukukihaber.net

Shares: